Flower Of The Moon

Martin Scorsese ve oyuncu kadrosunu görünce herkesin beklentisi yüksek oluyor. Film, beklentileri tam anlamıyla karşılıyor. Masterpiece denir ya, tam anlamıyla bir usta işi. Neden böyle söylüyorum? Hikayenin çarpıcılığı bir yana, yaratılan atmosfer, karakterlerin kendine özgülüğü ve anlatımın aşırıya kaçmayan, bir şeyler kanıtlama derdinde olmadan sırf var oluşuyla bir harikalık yaratması ve kusursuza yakınlığından dolayı. Hayatınızda bazı şeyler vardır ve gerçekten ‘iyi’dir. Onun hayatınıza kattığı değerin farkına, onun yokluğunda varırsınız. Farkına varana kadar, varlığı da yokluğu da bir sanırsınız. Ezelden beri var olan ve var olacak bir şeydir sizin için. Scorsese filmlerinde de bu var. Her şey o kadar kusursuz ve doğal akışında ki, yönetmenin sanki hiçbir payı yokmuş gibi hissettiriyor. Tanrısal bir bakış açısıyla, gerçekte olan bitenleri oturup izlemek gibi. Hayatı, abartı ya da dokunuş katmadan, sadece kendiliğindenliğiyle ekrana taşımak. Bunun için de, hırslardan arınmış ve olgunlaşmış olmak gerektiğini düşünüyorum ve bir bilgelik olarak görüyorum. Hikaye anlatıcılığında, arada yönetmen, görüntü yönetmeni, kurgu, ışık, ses gibi birçok unsurun var olduğunu unutturup, izleyeni gerçekle burun buruna getirme sanatı. Bence masterpiece demek tam olarak bu. Filmi özetlersek; vahşi kapitalizmin tam olarak doğuş sancılarının yaşandığı, acımasızlığını tüm çıplaklığıyla gördüğümüz dönemlerde geçiyor. Para tapılan tek şey. Ona giden her yol mübah ve devlet tam anlamıyla var olmadığında nasıl bir hâl alacağının yansıması. Günümüzde de pek bir şey değişmedi, sadece şekil değiştirerek devam ediyor aslında. Sadece, olanlar bu denli açık ve ortada yaşanmıyor hepsi bu. Bu anlamda, filmi, Amerika’nın geçmişiyle yüzleşmesi ve günümüzün bir eleştirisi olarak da görebiliriz. William Hale yine bir yerlerde, Ernest Burkhart’ları, eline kir bulaştırmadan, manipüle ederek kullanıyor. Hayırseverlik yapıyor. Masum rolüne bürünüyor. Doğruyla yanlışın, yalanla gerçeğin ayırt edilemediği Post-truth dönem de bu kişiler için tam bir biçilmiş kaftan. Günümüzde Ernest’ler pişman olup gerçekleri haykırsa da, algı neyse onu yaşıyoruz. İzlediğimiz şey anca bir film senaryosunda olabilecek kadar acımasızlık, insanın en çiğ halini gösteriyor ki, Scorsese filmin sonundaki tiyatro-canlandırma sahnesiyle seyirciyi filmdeki gerçeklikten çıkararak; oturup bir senaryoymuş gibi izlediniz fakat bunlar yaşandı, diyor. Yarattığı ikinci bir gerçeklikten seslenerek, birinci gerçekliği, yani filmi, daha gerçekçi kılıyor. Robert De Niro ve Leonardo Di Caprio birbirlerine acayip yakışıyorlar. Karşılıklı her sahneleri harikaydı. Scorsese’nin sürekli Di caprio ile çalışmasının gerçek motivasyonunu bilmiyorum fakat bu filmde fark ettim ki, Di Caprio yakışıklılık ve sıradan bir yüzün arasında öyle bir noktada ki, bu yönüyle, girdiği hiçbir rolde sırıtmıyor. Bu anlamıyla bir benzersizliğe sahip. Muhteşem Gatsby’i de oynayan bu adam, The Wolf of Wall Street’in Jordan’ı da bu adam, bu filmdeki cahil-kasabalı-her şeye kanan-saf-korkak olan da bu adam. Filmde eleştireceğim tek nokta, süre. Arayla birlikte 4 saati buluyor film. Bir aşamadan sonra da bu süre kendini hissettiriyor. Bazı noktalar ağır ilerliyor. Filmin sonlarında bir bocalama ve bağlayıp bağlayacak mı diye düşündürme söz konusu. Onun dışında harika bir film.

Önerilen Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir