Oyunu izlerken, Ara Güler’in, neden gündelik yaşamı fotoğrafladığı üzerine sorulan bir soruya kendine has üslupla verdiği cevapta söylediği, “Hayat dediğin küçük adamların hikayesidir. İngiltere Kraliçesi’nin hayatı bi boka yaramaz.” sözü aklıma geldi.
Gündelik hayatta tanısan, herkesin her şeyin uzmanı olduğu günümüzde, hayata dair çıkarımlarını küçümseyeceğin; belki içten içe şivesiyle dalga geçip, anlattıklarının yarısını dinleyeceğin, bir pavyon tuvaletinin temizliğinden sorumlu Ayten’in, ataerkil bir toplum yapısı içinde kendisi olamayıp, normlar gereği 8-10 yaşından sonra hayattan izole yaşamaya mahkum edilen, ne, ne düşündüğü ne de ne istediği sorulan, hayattaki ilişkileri filmlerdeki gibi sanıp yanlış bir evlilik yapan, kocası onu terk etmese, kendine sorduğu soruları soracak cesaret dahi olmayan, yaşayamadıklarından dolayı hayata ve insanlara öfke duyan ve 40 yaşından sonra yaşamayı öğrenmeye başladığı hikayesi.
Ayten öyle kendi olabilmenin ne olduğu üzerine düşünmemiştir ki, eşi onu terk ettikten sonra karışmak zorunda kaldığı hayat koşturmacasında büründüğü kişilik erkeksi, mahallenin bıçkın delikanlısıdır. Toplum bir kadın olarak kendi olmasının önüne set çektiğinden, burada kendini koruyabilmenin ve para kazanabilmenin yolunun bu davranış biçimi olduğunu düşünür. Jest ve mimikleri bunu söylerken, ara sıra içinden çıkıp etrafa bakan ve kendini gösterme ihtiyacı hisseden duygusal ve kırılgan tarafına şahit oluruz. Sesi çok güzeldir. Bize, Selvi Boylum Al Yazmalım’da hangi erkeği seçeceğini sebepleriyle açıklar ve Avukatı Aslan Bey’in ne kadar çekici olduğunu, bunları düşündüğünü fark ettirir.
Hayatı ne kadar ‘boktan’ bir yerde olsa da, bu hayattan zevk alabilmeyi geç de olsa öğrenmiştir. Allah vergisi yeteneğinin farkına vardığı anda, tuvaletin önünde oturmak onun için keyifli bir hâl almaya başlamıştır. ‘Yeterrr lannn’ diyebilmeyi, içki içtiğinde keyif alabildiğini ve ona öğretilenlerin hayatla ne kadar ters düştüğünü fark etmiştir.
Bu sadece Ayten’in hikayesi değil, bu toplumda yaşayan Ali’nin de hikayesi. Hiçbir zaman kendin olmaya müsaade etmeyen, ne derler korkusuyla yaşayan, ne istediğini tam olarak bilemeyen, Çetin Altan’ın Limonata ve Rafadan Yumurta yazısında bahsettiği gibi,
”Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi…Bu sevgi ya vardır, ya yoktur. Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar… Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.”
bu kültür ve sevgiyle yoğrulmayan, özünde, kendi yaşayamadıklarının öfkesiyle başkalarının da yaşamasına müsaade etmeyen insanların çoğunluk olduğu, herkesin birbirine hayatı zindan ettiği bir toplum anlayışının içindeyiz. Bunu, sadece Ayten’in hikayesine bakarak söylemiyorum. Çevrenizde en az bir tane, kendi hayatından vazgeçip çevresindekilerin isteğine göre yaşamak zorunda kalmış ve bunun farkında olmamış, olsa da geç kalmış birileri vardır. Bunlar genelde anneler olur.
Oyun başından itibaren Pınar Güntürkün’ün olağanüstü performansıyla sizi kendine bağlıyor. Bir yandan gülerken, olayın ne kadar dramatik olduğunun farkına varıyorsunuz ve duruma daha da üzülüyorsunuz. Tam bu duygu içindeyken, Ayten öyle bir şey diyor ki üzülmenizi unutuyorsunuz. Sesi harikaydı. Karşılaştırmak için söylemiyorum, Sevgili Arsız Ölüm – Dirmit’te Nezaket Erden’in performansından sonra onun kadar keyif aldığım oyun oldu bu. Aldığı ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Her tiyatroseverin izlemesi gereken ve beğeneceğinden emin olduğum bir performans.