Kış Uykusu filminde Aydın, kız kardeşine, ‘’Valla ben evim, odam, kitaplarım neredeyse kendimi oralı hissederim; başka bir yere de ihtiyaç duymam. Ya bu insanın kendine bir dünya yaratabilme, kendini oyalayabilme yeteneği ile ilgili bir şey. Sıkılmak ne demekmiş ya? Sıkılmak için hiçbir zaman bir saniye vaktim olmadı benim. Ayrıca sıkılmak denen duygunun son derece lüks bir duygu olduğunu düşünüyorum bugünkü şartlar altında.’’, der.
Nietzsche’de “üstinsan” kendini ve insan doğasını aşandır, insan olmanın esaretinden kurtulan, özgürleşendir. Üstinsan olmak için kişi kendi kaderini yaratır yani bu dönüşüm, bireysel bir dönüşümdür. Üç aşamadan oluşan bu dönüşümün aşamaları şunlardır: deve, aslan ve çocuk.
Dönüşümün ilk aşamasında, yani deve aşamasında kişi, yüklenebildiği tüm yükleri sırtına yüklemelidir yani hayattan kaçmamalıdır. Ölümle, yalnızlıkla, anlamsızlıkla mücadele etmelidir. Bu mücadele kişiye güç ve direnç kazandıracaktır. Böylece ikinci aşama, yani aslan aşamasına geçebilir.
Nietzsche, devenin aslan olmadan önce “ıssız çöl”e girmiş olduğunu söyler. Yüklendiği yükler onu hayatı sorgular hale getirmiş, toplumun dışına götürmüştür. Yani erdemi arayan deve varoluşsal bir sancıya tutulmuştur. Deve bu aşamada ya kendi hayatına son verecek ya da özgürleşecektir. Özgürleşme, yani aslan olma adımında toplum tarafından dayatılan gelenekleri ve erdemleri yok etmelidir. Bu gelenek ve erdemleri “ejderha” temsil eder. Devenin görev aşkı ejderhanın karşısında durmasına engel olduğundan deve, aslana dönüşmelidir. Cesaretin, öfkenin simgesi aslan olup gücüne çabalarıyla ulaştığında geleneksel olan her şeyi reddetmelidir. Kendi değerlerini yaratmalıdır.
Üçüncü dönüşüm ise ruhun bir çocuk olmasıdır. Aslan, unutmak için tekrar dönüşüme uğramalıdır. Çünkü bu değişimler onun ruhunu karmaşıklaştırmıştır ve bu yüzden zihnini geçmişten arındırmalıdır. Çocuk, hayatla oynamayı seçer. Saf yaratıcılık da buradan meydana çıkar. Çocuk ruhunda birey kendi gerçekliğini kendi istemleriyle yaratır. Böylece kendini aşan ruh, üstinsana ulaşılır ve özgürlüğe kavuşur.
Modern dünyanın tüm değer yargılarını kenara itebilme cesareti gösteren ve kendi dünyasını yaratan Hirayama, kendinden beklenen tüm toplumsal rollerden soyutlanmış bir şekilde, kendi yarattığı küçük rutinler dünyasında, bunlardan zevk alarak ve hayatın getirdiği küçük sürprizleri bir çocuk masumluğuyla içtenlikle fark edip, onlardan keyif alarak ve her şeyi olduğu gibi kabullenerek yaşamayı ‘öğrenmiştir.’
Ne geçmişte kalmıştır, ne de gelecek kaygısıyla bir şeylere yetişmenin derdindedir.
‘Bir dahaki sefer, bir dahaki seferdir. Şimdi, şimdidir!’
Filmin ele aldığı konu, herhalde şu an modern insanın tam olarak anlayamadığı ve çözmekten oldukça uzak olduğu bir konu. Mutluluk nedir ve nerededir? Bunun cevabı kişiden kişiye değişmekle birlikte, aslında sorun, mutluluk sandığımız şeylerin, arzu etmek ve ona ulaşmaya çalışmak, sonrasında da yeni bir arzu nesnesi yaratıp onun peşinde koşmayı mutluluk sanıyor olmamız. Deney farelerinin yuvarlak dönemeçlerde sürekli koşturması gibi bir şeylere ulaşmak için çabalıyoruz fakat durup kendimizi dinlediğimizde, içimizdeki o boşluğu dolduracak şeyin, o an ulaşmaya çabaladığımız şey olmadığını fark ediyoruz ve yine hayal kırıklığıyla sonlanacak başka bir objenin peşine takılıyoruz. Bunlara birçok örnek verebiliriz. İş başarısı, mutlu bir evlilik, yeni bir araba, yeni bir ev… aklımıza ne gelirse.
‘’Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır.’’ (Aylak Adam, Yusuf atılgan)
mesele bir tutamak bulup sımsıkı sarılıp bırakmamak mı, yoksa tutamakları tamamen bırakıp, sallantılı bu dünyada bizi dengede tutacak, dışarıdan hiçbir şeyin bizi sarsamayacağı denli kuvvetli bir çapa atabilmek mi?
Hirayama, dünyanın belki de en tercih edilmek istenmeyecek mesleğini yaparken, kitapları, kasetleri, fotoğraf makinesi ve gereklilikler dışında neredeyse hiçbir şeyi olmayan evinde yaşayıp; kendi yarattığı dünyasında; yaprakları temizleyen yaşlı kadının süpürgesinin hışırtısından, sabahları arabaya binerken her gün aldığı ‘boss’ marka kahvesinden, eski kasetlerinden dinlediği müziklerden, güneşin duvarda yarattığı ağaç gölgesinden, onunla xox oynayan yabancıdan, molada ağaçların altında içtiği sütten keyif alabilmeyi beceren ve bunları bir dert olarak değil, her şeyiyle kabullendiği hayatın ona sunduğu güzellikler olduğunu görebilmesiyle belki de dünyanın en mutlu insanı.
mükemmel günlerin başlangıcı: kendine yetebilmek, yalnızlıktan keyif alabilmek, bir başkasının tercihlerinden bağımsız bir şekilde hayat kurabilmek ve mutluluğun ne olacağının kararını kendinin verdiğinin farkına varmak.