Toplum sözleşmesi, bireylerin bir takım özgürlüklerinden istekli olarak vazgeçerek, yaşadıkları kara parçası üzerinde düzeni sağlama yetkisini, ortak akılla önceden belirlenmiş kurallar çerçevesinde, demokrasi aracılığıyla, yine halkın içinden seçtiği kişilere devreder. Bu kişiler, halktan aldığı onayla devlet denen organizmayı hukuk çerçevesinde yönetmekle yükümlüdür ve sahip oldukları gücü kendi menfaatlerine kullanmamaları için birçok denge-denetleme mekanizmaları kurulmuştur. Herkesin demokrasiye ve hukuka inancı olduğu önkabulü ile varsayılan bu sözleşmeye güç sahipleri bir süre sonra uymamaya başlar. Yasaların arkasından dolanır. Kendi menfaati için yasalar çıkarır ve elinde bulundurduğu güçle her şeyi öyle kılıfına uydurabilir ki, demokrasinin taşıyıcısı olan haber alma özgürlüğü, sivil toplum kuruluşları, bireysel hakların savunulması gibi olguları tamamen gözardı ederek, iktidarın yaptığı tüm fiillere göz yumduğu andan itibaren yapacak pek de bir kalmamıştır. Uydurulan kılıfın içinden çıkmak, uyduranın isteği olmadan imkansızdır.

Oyun tam da bu noktada, yapabileceği pek de bir şey olmayan Joseph K’nın çırpınışlarını anlatır. Yani son 15 senedir ülkemizde yaşayan ve yaşarken ölmüş binlerce insanın hikayesidir. Hapishanelerin ağzına kadar dolu olduğu ve fikirleri yüzünden insanların hapise atıldığı günümüz Türkiye’sinde, birçok suç kaydı bulunan kişiler salıverilmekte ve son zamanlarda duyduğumuz polis, kurye cinayetlerini işlemelerine bir nevi yardım ve yataklık edilmiştir.

Joseph K başına gelenleri tek başına çözmeye çalışır fakat karşısına çıkanların hiçbiriyle aynı dili konuşamadığını görür. Hukuk kendinden o kadar emindir ki, anlaşılmaz kelimeleri kullanarak kendi güç gösterisini yapar. O kelimelerin nasıl işleyeceği de muktedirin inisiyatifindedir. Birey devlet karşısında çaresiz kalmış, kendi gibi, toplumu oluşturan ve haklarını savunmasını beklediği kişilerin de menfaatleri için güç sahibinin yanında konumlandığını görür.

Sadece devletin değil, neoliberal politikaların sonunda, başarının mutlak belirleyici olduğu ve başarmak zorunda olduğun bir toplum yapısında işinden de ödün veremez. Böyle büyük bir olay içinde sadece öğle araları vardır. Devlet dairesine gittiğinde gördüğü kişiler de liyakatten uzak, artık sıradanlaşmış sosyal medya paylaşımlarına bile kahkahalarla gülen, empati yeteneğini kaybetmiş birer çipli robottan ibarettir. Hukuk yoktur ama güç sahibinin koyduğu prosedürler vardır ve hiçbir şekilde bunların dışına çıkılamaz. Hem inisiyatifi yoktur hem de bunu yapacak cesareti.

Oyun, esinlendiği Dava romanından başka, 1984’ün karanlık atmosferini ve Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşamaz eserini hatırlattı. Böyle ağır ve eleştirel bir konunun bir komedi olarak sahnelenebilmesi bence büyük bir başarı. Oyunun bu yönü itibariyle Devekuşu Kabare geleneğindeki siyasi hicivi de kapsadığı söylenebilir. Eğer ki bu oyunu daha bizden öğelerle sahnelemiş olsalar mevcut sistemi anlatmasıyla bir klasik haline gelebilirdi.

Oyun bir noktada yoruyor ve sonlara doğru hızlanmasıyla birlikte, yukarıda bana düşündürdükleri her şeyden soyutlanıp, basit bir sahne şovuna dönüşüyormuş hissiyatı uyandırdı. Konuşmaların büyük bir kısmı söylenmek için söylenmiş gibiydi. Doğaçlama var mı bilmiyorum. Genel itibariyle oyunculukları beğendim. Mert Fırat’ı üçüncü kez canlı izleyişim. Deli Bayramı’ndaki jest ve mimikleri Metin Akpınar’ı anımsatırken, burada da bazı yerlerde Cem Yılmaz’ın oyunculuğunu anımsattı. Bu da belki yalnız benim çıkarımımdır.

Düşündürdükleri sebebiyle beğendiğim bir oyun ve günümüz Türkiye’sinin kısa bir özeti olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple pek bir kıymetli. Herkesin hoşuna gidecek bir oyun olduğunu düşünmüyorum fakat performansları görmek için gidilebilir.

Önerilen Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir